16 Temmuz 2009 Perşembe

Grip İçin Koruyucu Yöntemler,Öneriler

Mademki bugün gribin ve virüslerin sebep olduğu öbür akut solunum yolu hastalıklarının hiçbir özgül tedavisi yoktur (daha çok koruyucu bir ilâç olan ve bu hastalıklara yol açan birçok virüs üzerine etkisi bulunmayan amantadınden başka), bireyi ve topluluğu bu bulaşıcı hastalıklara karşı koruma'yı sağlayan yöntemlerin araştırılmasına yönelinmesi doğaldır. Bu hastalıkların toplumsal ve iktisadî önemi gözönüne alınınca, salgında hastalanan birçok kişiye bakmaktan çok bir salgının patlak vermesini önlemek önemlidir.

Gribin ve akut solunum yolu hastalıklarının kuluçka dönemi kısa sürer; bu hastalıklar genellikle birdenbire başlarlar; bulaşıcılıkları çok yüksektir: aynı nedenlerle, ayırma ve karantina tedbirleri'nin de etkili olma şansı azdır.

Bununla birlikte, bir grip salgını patlak verdiği zaman, toplumsal hayatın yarattığı ilişkileri sınırlayarak, okulları kapayarak, aşırı kalabalık ve havasız yerlerde toplanmamayı öğütleyerek grip salgınının yayılmasına karşı belli bir ölçüde savaşılabilir.

Grip Olunca Ne Yapmalı


Bir gribin yada hattâ bir «büyük nezle»nin ilk belirtilerini duyan kişilerin;

evden çıkmama ve böylece hemcinslerini bulaştırmaktan kaçınma anlayışına sahip olmaları gerekir;

bu kişilerin aksırırken ve öksürürken ellerini yüzlerine kapamaları, kâğıt mendil kullanmaları, kullandıkları mendili hemen atmaları gerekmektedir.

Kapalı yerlerin (atölyeler, bürolar, gösteri salonları, v.b.) ültraviyole ışını lambaları kullanarak yada antiseptik sıvılar (propilenglikol gibi) püskürterek dezenfekte edilmesi öngörülür;

Ültraviyole ışınlarının ve antiseptik buharların solunum yolu virüslerini hızla etkisiz kıldığı bilinmekle birlikte, bu tedbirlerin çok etkili olacağını ileri sürmek mümkün değildir. Bu tedbirlerden bir yarar sağlayabilmek için, onları büyük Ölçüde uygulayabilmek gerekirdi. Kapalı yerleri temizleme yöntemleri, süpürürken fazla toz kaldırmaktan kaçınmayı gerektirir. Kapalı yerlerin daha iyi havalandırılmasını sağlamak da bu tedbirler arasındadır.

Hasta mümkünse yatakta istirahat etmelidir.

Mutlaka bol sıvı tüketmelidir (su,meyve suyu,süt, asitli olmayan ve kafeinsiz içecekler).

Hasta beslenmesine özen göstermelidir.

15 Temmuz 2009 Çarşamba

Grip Tedavisi

Sülfamitlerin ve antibiyotiklerin (penisilin, streptomisin, v.b.) keşfinin, son otuz yılda, bulaşıcı hastalıkların tedavisinde ne ölçüde devrim yapmış olduğunu herkes bilir.

Eskiden bulaşıcı hastalıklar her zaman öldürücüydü, hastalıklar uzun ve sonu belirsiz bir tedaviyi gerektiriyordu; bugün listesi gittikçe kabaran kimyasal ürünler sayesinde hastalıklar genellikle çabucak iyileşiyor. Bulaşıcı hastalıkların kimyasal tedavisi, akıl hastalıklarının kimyasal tedavisi ve —genellikle iyi sonuç veren— bazı kanserlerin, Özellikle de lösemilerin kimyasal tedavisi gibi.

Bununla birlikte, şimdiye kadar kimyasal tedaviye topluca direnen bir alan vardır, bu alan virüslere bağlı hastalıkların alanıdır; bu virüslerin bazıları akut solunum yolu hastalıklarının kesinlikle nedenidir.

Doğal kaynaklı olan yada kimyacılarca yapay olarak elde edilen binlerce ürün, virüse bağlı hastalıkların etkin kimyasal tedavisini ortaya koyma umuduyla hem birçok virüsün hücre kültürlerinde yada embriyonlu yumurtada çoğalması üzerindeki hem laboratuvar hayvanlarının bu virüslerle bulaşması üzerindeki engelleyici etkinlikleri açısından incelenmiş de olsa, bugüne kadar alman somut sonuçlar çok sınırlı oldu. Özellikle çiçekte ve çiçek aşısı komplikasyonlarında koruyucu etkisi olan yada uçuk virüsüne bağlı göze ait bulaşıcı hastalıklarda, bu virüsün sebep olduğu ansefalitlerde yada su çiçeğinin ve zonanın ağır şekillerinde tedavi edici etkisi olan birkaç ürün bulunmuştur.

12 Temmuz 2009 Pazar

Grip Nasıl Olunur?


Grip oluşumuz, soluduğumuz havadan, hasta yada kuluçka döneminde bir kişinin çıkardığı grip virüsü tanelerinin burun deliklerimizden girmesini izler. Bu virüs taneleri burun mukozamızın hücrelerine girer, sonra burun boynuzcuklarını örten tüylü hücrelere, soluk borusuna, bronşlara girer: buralarda hızla çoğalır ve yeniden oluşan virüsler aynı mukozanın öbür hücrelerine yayılır. Bu dönemde henüz hiçbir belirti duymadığımız halde, her konuştuğumuzda, her öksürdüğümüzde, her sümkürdüğümüzde havaya grip virüsüyle yüklü damlacıklar fırlatırız: böylece, çevremizdekilere bilmeden bulaştırırız. Bu kuluçka dönemi ortalama kırk sekiz saat sürer. Bu dönemin sonunda, bulaşma, hücreleri yıkarak ya da onların işlevlerini bozarak yeter derecede tutmuştur; üremiş olan virüs kitlesi grip belirtilerinin kendini duyurmaya başlaması için yeterince büyümüştür. Grip virüsü ancak solunum mukozası hücrelerine girebildiğinden, grip virüsüyle bulaşma insanda tamamen yerel bir bulaşma olduğu için, grip genellikle önemsiz bir hastalıktır. Grip virüsü daha ciddi bir hastalığa sebep olarak insanın akciğerleri düzeyinde nadiren çoğalır.

İnsanda gribin akut dönemi bildiğimiz gibi ancak birkaç gün sürer: belirtiler hızla iyileşir ve kaybolur; hasta bulaştırıcı olmaktan da hızla uzaklaşır; bir gripliden hastalığın başlangıcında grip virüsünü ayırmak, hasta iyileşmeye başladığı zamankinden çok daha kolaydır. Bu kendiliğinden iyileşme nasıl meydana gelir? Bugün bu konuda geniş bilgimiz yoktur: bir yandan bulaşmaya duyarlı bütün hücreler kaplandıkları ve virüs quoîa'larını meydana getirdikleri zaman «yakıt yokluğundan ateşin söndüğü» sanılır; bulaşmış hücrelerin virüs çoğalmasını önleyecek bazı koruyucu maddeler çıkardığını düşünenler de haklıdır.

Grip hastalığının genellikle meydana getirdiği ateş de bulaşmanın yayılmasını denetlemede bir öğedir: grip virüsleri hücre içi çoğalmada 36-38°C arasında bulunan bir optimal ısıya sahiptirler; 39-40°C'm üstünde çoğalmaları büyük ölçüde durur.

Bütün vakalarda bulaşıcı hastalık geçerken, hasta virüs karşısında özel bir direnç kazanmıştır, hastalığın başlangıcından birkaç hafta sonra en yüksek ölçüde olan bu direnç daha sonra yavaş yavaş azalır. Gribe üstüste birkaç kere tutulmanın çok nadir olduğu, bir salgın sırasında ortaya konmuş bir doğrulamadır.

Bu dönemin sonunda, bulaşma, hücreleri yıkarak ya da onların işlevlerini bozarak yeter derecede tutmuştur; üremiş olan virüs kitlesi grip belirtilerinin kendini duyurmaya başlaması için yeterince büyümüştür. Grip virüsü ancak solunum mukozası hücrelerine girebildiğinden, grip virüsüyle bulaşma insanda tamamen yerel bir bulaşma olduğu için, grip genellikle önemsiz bir hastalıktır. Grip virüsü daha ciddi bir hastalığa sebsp olarak insanın akciğerleri düzeyinde nadiren çoğalır.

insanda gribin akut dönemi bildiğimiz gibi ancak birkaç gün sürer: belirtiler hızla iyileşir ve kaybolur; hasta bulaştırıcı olmaktan da hızla uzaklaşır; bir gripliden hastalığın başlangıcında grip virüsünü ayırmak, hasta iyileşmeye başladığı zamankinden çok daha kolaydır. Bu kendiliğin¬den iyileşme nasıl meydana gelir? Bugün bu konuda geniş bilgimiz yoktur: bir yandan bulaş¬maya duyarlı bütün hücreler kaplandıkları ve virüs quoîa'larını meydana getirdikleri zaman «yakıt yokluğundan ateşin söndüğü» sanılır; bulaşmış hücrelerin virüs çoğalmasını önleyecek bazı koruyucu maddeler çıkardığını düşünenler de haklıdır.

Grip hastalığının genellikle meydana getirdiği ateş de bulaşmanın yayılmasını denetlemede bir öğedir: grip virüsleri hücre içi çoğalmada 36-38°C arasında bulunan bir optimal ısıya sa¬hiptirler; 39-40°C'm üstünde çoğalmaları büyük ölçüde durur.

Bütün vakalarda bulaşıcı hastalık geçerken, hasta virüs karşısında özel bir direnç kazanmıştır, hastalığın başlangıcından birkaç hafta sonra en yüksek ölçüde olan bu direnç daha sonra yavaş yavaş azalır. Gribe üstüste birkaç kere tutulmanın çok nadir olduğu, bir salgın sırasında ortaya konmuş bir doğrulamadır. Birinci tutulma bizde belli bir bağışıklık durumu yaratmıştır. Şimdi de bu bağışıklık üzerine konuşmamız gerekiyor.

Burada genel bir olgu söz konusudur, İnsanda ve hayvanlarda, organların dokularını, bu dokuları meydana getiren hücreleri kendilerine «yabancı» olanı tanımaya ve bu yabancıya karşı bütün bir savunma sistemini harekete geçirmeye yetenekli bir mekanizma vardır. Bu yüzden maymundan alınan bir deri parçası insana koyulamaz: konulan parça tutmaz, hızla geri atılır.

Elbette bir organizma ilişkiye girdiği bütün yabancı maddelere karsı kendini savunmaz. Eğer bövle olsaydı, yasamak da beslenme olguları da özellikle imkansızlaşacaktı. Çok karmaşık bir konuyu iyice basitleştirerek canlı organizmanın (düşünceyi toplamak için omurgalılar diyelim) dokularının içine giren yabancı proteinlere karşı geçtikleri söylenebilir.

Organizmada bir savunma tepkisi yaratmaya yetenekli olan bu yabancı proteinler, antijenler diye adlandırılır: organizma da, dokularda ve dolaşan kanda varolan, antijenlerle birleşerek onları nötrleştiren ve antikorlar diye adlandırılan Özgül proteinler (gamaglobülinler) meydana getirerek kendisini savunur. Antikorların oluşması bağışıklık denen şeyin de temelidir.

Bağışıklık, elbette, dolaşan kanda ve mukozalar düzeyinde bulunan antikorların meydana gelmesiyle tamamen açıklanamaz; özel hücreleri (lerfositler ve makrofajlar) dokularda harekete geçiren hücre mekanizmaları da" virüslü bulaşıcı hastalıklara ve öbür bulaşıcı hastalıklara dirençte (doğuştan direnç yada sonradan kazanılmış direnç) bir ölçüde etkilidir.

Antikorları belirleyen, onların bu sıkı özgüllük'leridir: antijenlerle antijenlere karşı gelişen antikorlar arasında bir kilitle bu kilidi açan anahtar arasındaki ilişkinin aynısı vardır. Özel olarak, belli bir antijenle birleşme yeteneğinde olan bir antikor, kimyasal yapısı bu antijeninkinden farklı olan herhangi bir antijenle birleşemez. Antijenler, gördüğümüz gibi, genellikle proteinlerdir.

Bu proteinler aralarında sonsuz bir farklılık gösterebilirler: bunlar sonunda bir inci kolyedeki gibi dizilmiş olan amino asit moleküllerinden oluşmuş uzun zincirlerdir ve doğada yirmi tip farklı amino asit vardır. Romen alfabesinin yirmi altı harfiyle bu alfabeyi kullanan bütün dillerin bütün kelimelerini meydana getirmek mümkündür, aynı şekilde bu yirmi amino asidi uç uca koyarak kuramsal olarak pek çok değişik proteinler elde edilebilir.

Bu proteinlerin herbiri kendilerini yabancı sayan yani onları normal olarak kendinde içermeyen bir organizmada bir antijen gibi davranırlar ve özgül bir antikorun oluşumunu sağlarlar.
Grip virüsü gibi ültra-virüsler büyük ölçüde proteinlerden meydana gelmiştir ve bu proteinler bir virüs tipini öbüründen ayırır.

diziler


Virüsün Yapısı, Virüs Nasıl Anlaşılır?

Bu genel belirlemeden sonra, daha özel olarak sorabiliriz: virüs nasıl bir şeydir, nasıl anlaşılır? Grip virüsü mikroskopla görülmez, ama bu mikroskopa göre çok daha yüksek bir büyütme olanağı olan elektronik mikroskopla incelenmesi mümkündür. Virüs, çapı 100 - 120 milimikron arasında değişen oldukça düzenli, yuvarlak tanecikler biçiminde görünür (1 milimikron 1 mikronun binde biridir, 1 mikron da 1 milimetrenin binde biridir; öyleyse, 1 milimikron 1 milimetrenin milyonda biridir).

Bir gram saf virüs elde etmek için ortalama 10J tane virüs gerekir: bu miktarda virüs hazırlamak için 10 OOO'den fazla embriyonlu yumurta bulaştırmak ve 100 litre alantoidiyen sıvı toplamak gerekir...

Grip virüsü, çap olarak, insana bulaşma yeteneğinde olan en büyük virüsler (çiçek) ve en küçük virüsler (çocuk felci) arasında bir yer alır (bk. tablo I). Grip virüslerinin son yıllarda çeşitli bileşenlerinin kimyasal ve işlevsel ayrıştırmasıyla birlikte elektronik mikroskopla incelenmesi, bu taneciklerin karmaşık mimarisinin ayrıntılarıyla ortaya çıkmasını sağladı. Virüs zarı (hücresel zardan türeyen virüs, bulaştığı konak hücreden bir tomurcuklanma süreciyle çıkar), virüsün içinde çoğaldığı hücrelerinkiyle aynı yapıda olan lipitlerden (yağlı maddeler) ve virüse özgü olan proteinlerden oluşmuştur. Zarın bu proteinleri esasta iki tiptir ve sıkı bir mozaik meydana getirir: dikdörtgen iskeletler biçiminde toplanmış olan bu proteinlerden biri hemagiü linin'dir. Virüs alyuvarların üzerinde bununla kendini tutar, aynı virüs taneciği birçok alyuvar arasında köprü yapabilir, böylece paketlerin oluşumunu sağlayarak aglütinasyon yapar.

Grip virüsü zarının öbür proteini mantar biçiminde çıkıntılardan meydana gelir: bir enzimin özelliklerine sahip olan ve bir maya gibi hücre zarının mukoproteinlerini ve mukopolisakkaritlerini tutmaya yetenekli olan (yeni oluşmuş virüslerin hücreden çıktıkları anda) işlevsel bir protein sözkonusudur; bu enzim, mukoproteinlerin nöıaminik asit yığılmalarını seçerek böler, onun nöraminidaz adı buradan gelir.
Bu virüs zarının içinde, sivri dikenli yeşil kabukla sarılı bir kestaneyi andıran bir proteinler ve ribonükleik asit (ARN) kompleksi bulunur, virüsün ribonükleoproteini çok sıkı bir yay gibi yumaklanmıştır ve ona nükleokapsit adı verilir. Nükleokapsitin ribonükleik asidi virüsün kimliğini taşıyan genetik maddeler oluşur; bunlar bu ARN'in değişmeleridir, bunlar bir virüs topluluğunda rastlantısal olarak «kalıtımsal» değişmeleri belirleyebilirler. Hemaglütinin ve nöraminidaz, bu iki protein, virüsün zarında iyice biçimlenmişlerdir, virüsün hücrelerde tutunmasında ve bulaşmış hücreden yeniden oluşmuş taneciklerin çıkışında önemli bir rol oynar.

Grip virüslerinin geniş ailesinde ve benzer bir mimarisi olan öbür virüslerde ribonüleoprotein, hemaglütinin ve nöraminidazın yapısı örneğin belli bir salgına sebep olan belli bir virüsü tam olarak belirlemeye bir an için yeter; bunlar sonunda bir grip virüsünün parmak izleridir.

Mikrop Nedir? Grip Mikrobu Nedir?

Mikroba gelince, örneğin veba basili, çoğalır, ilkin boyunun büyüdüğü görülür, sonra ortadan bölünür ve iki yavru mikrobun doğuşunu sağlar, bu yavru mikroplar da çoğalırlar. Virüsünkiyle benzer hiçbir yanları yoktur: virüs, ilişkiye girdiği canlı hücrenin içine girer; ilkin bütünüyle girmez, maddesinin bir kısmını, «nükleik» denen bir asiti enjekte etmekle yetinir (çünkü, kimyasal olarak bunlar canlı hücrenin çekirdeğinde bütün hücresel işlevi düzenleyen ve kalıtımsal geçişi sağlayan maddelere benzerler) Virüsün bu kısmının enjeksiyonunu izleyen birkaç saatlik süre içinde hiç bir şey hücrede yabancı bir şeyin varlığını göstermez... Bununla birlikte, virüsün nükleik asiti hücreye girer, orada hücreyle iyice karışır, bir sabotajcı gibi çalışır: hücrenin işlevini bozar, normal nıetabalizmasınt saptırır, düzeni bozulan hücre virüs üretmeye koyulur, duruma göre virüs açıkça yada belirsizce hücreden çıkar ve başka hücrelere bulaşmaya gider. Canlı hücre, bir kalıp aracılığıyla belirli bir örneğe göre nesneler üreten incelikli bir makine gibi işler; bu kalıbın yerine bir başka kalıp konursa, makine ilkinden değişik nesneler üret¬meye koyulacaktır. Bir hücreye giren virüs bu hücrenin yapısal normal kalıbının yerine kendi özel kalıbını kor: hücre artık kendi normal kimyasal işlevlerini yapamayacak, tersine virüsle birleşecektir, virüs başka hücrelere bulaşmaya gidecek, böylece hücrelerden oluşan organın yada dokunun işlevini felç edecektir. Virüsün solunum yolları mukozası hücreleri için (grip virüsü), sinir hücreleri için (çocuk felci virüsü) sahip olduğu eğilimlere göre solunum sisteminin yada sinir sisteminin işlevi bozulacaktır sonunda; o zaman birçok hücreye virüs yayılacak ve böylece etkili olan virüse göre az yada çok Önemli değişik belirtiler ve hastalıklar ortaya çıkacaktır.

Hayvansal bir dokuda bulunan canlı hücrelerin sayısı üzerine fikir vermek için on iki günlük bir tavuk embriyonunda, ağırlığı ortalama 1,5 gr çeken ve 50 cm2'lik bir yüzeyi olan korioalantoidiyen zarda bir baştan bir başa yerleşmiş 100 milyon (108) hücre bulunduğunu söyleyelim. Bu zarın sınırladığı boşluğu 100 000 (105) tane grip virüsü enjekte edilirse, 48 saat sonra ortalama 10 milyar (İO10) tane virüs elde edile¬cektir, yani ortalama her hücre 100 (İO2) tane virüs serbest bırakmış olacaktır, oysa başlangıçta bin hücre için ancak bir tane virüs vardır.

Virüs nedir? Grip Virüsü Nedir?

Bir virüsün ne yapabileceğini, dağ gelinciğinin burun mukozalarını, farelerin akciğerlerini bulaştırmayı, tavuk embriyonunda çoğalmayı, alyuvarların aglütine edilişini anlattığımız okuyucu elbette bu durumda «Ama virüs nedir? Grip virüsü ne olabilir?» diye soracak.

Bu bölümün başında, bir elli yıldır virüsler üzerine düşünüldüğünü söylemiştik: onlar mikroorganizmalar olarak kabul ediliyorlardı, bildiğimiz mikroplardan çok daha küçüktüler, dolayısiyle mikroskopla görülemezlerdi, çok ince delikli filtrelerden geçebilirlerdi, mikroplar gibi insanlar ve hayvanlara bulaşabilirlerdi, onlarda bulaşıcı hastalıklara sebep olabilirlerdi ve henüz organizma dışında yapma besleyici ortamlarda üretilmeleri başarılamamıştı.

Bu kavrayış bütünüyle yanlış değildir ama son otuz yılın çalışmaları mikroplar (sözgelimi stafilakok, tüberküloz basili) ve virüsler (sözgelimi grip, çocuk felci, çiçek, kuduz virüsleri) arasında varolan ayırımın önemini daha da artırdı ve yalnızca bir boy farkının sözkonusu olmadığını gösterdi. Mikroplar elbette mikroorganizmalardır, yani çok küçük boyutlarda ama canlı bir hücrenin sahip olduğu her şeye, özerk bir metabolizmaya, karmaşık kalıtımsal bir materyele sahip olan canlı varlıklardır, öyleyse gereksindikleri besleyici maddelerle beslenmek şartıyla bağımsız bir hayat sürebilirler. Oysa, virüsler, ancak çoğalabilirler, üreyebilme yeteneğine sahip oluşlarıyla canlı sayılırlar. Biraz basit bir özetlemeyle, virüslerin üreyebilme yeteneğine sahip büyük moleküller olduğu söylenebilir.

Onlar çoğalma yeteneğine sahiptirler, çünkü bu yeteneği bulaştıkları yani içine dalmış oldukları canlı hücreden (hayvansal yada bitkisel) alırlar. Kendi kendine bırakılınca, en değişik ve en karmaşık besin maddeleriyle yan yana da olsa, bir virüs çoğalamaz ve çabucak ölür; tersine, uygun bir canlı hücreyle (solunum yollarımızın mukozası gibi, tavuk embriyonunun korioalantoidiyen zarı gibi) ilişkiye koyun, o hücreye girer ve orada çoğalır: başlangıçta bir virüs vardır; belli bir süre sonra bulaşmış hücreden, ilkine özdeş yüzlerce virüs çıkar, onlar da başka hücrelerin içine girerler ve bu böylece sürer gider... Çarşıdan alınan bir yumurtanın içine bir gripal virüs süspansiyonu aşılayınız: bu yumurtada yumurta sarısı ve albümin bulunduğu halde —bunlar bakterilerin çoğunun bolca çoğalması için yeterlidir— hiçbirşey olmayacaktır; tersine embriyonlu yumurtaya yani canlı hücreler —embriyonun ve zarın hücreleri— içeren yumurtalar aşılayın, iki üç gün sonra, koyduğunuzun 1 O00-1OO 000 katı fazla virüs elde edersiniz...



Burada bir virüsün canlı olup olmadığını bilmek için araştırmak yararsız gibi geliyor bize: bazı virüslerin (tütün mozayiği virüsü, çocuk felci virüsü gibi) kimyasal ürünler olarak billûrlaş-tırılabilmesi olgusu hayatı tanımlama konusunda kuşkulu olan filozoflara temel bir problem sundu. Viroloji uzmanı bu «hayat» kelimesine uyarlanan tanıma bağlı kurgular karşısında hiç de tutkulu değildir, o bir virüs olan bu büyük molekülde «canlılık» olduğunu, yani virüsün üreme yeteneğini, bu yeteneği virüsün bir canlı hücreden aldığım, onsuz hayatını sürdüremeyeceğini belirlemekle yetinir. Bu canlı hücrede böylece asalak yaşayarak, virüs, sonunda onu öldürür, en azından ağır yaralar ve bu yüzden virüsler hastalıklara sebep olur, bunun içindir ki bunlar bulaşıcı ajanlar olarak kabul edilirler ve incelenmeleri yalnız biyoloji ve kimya uzmanlarına değil, ama hakemlere, veterinerlere, tarım uzmanlarına (bitkilerin de virüsleri vardır) da düşer.

Virüsler Üzerine

Dağ gelinciği birlikte çalışılmaya elverişli uysal bir laboratuvar hayvanı değildir: tutsakken iyi uyuyamaz, değişik ve pahalı bir besin ister, ısı değişikliklerine çok duyarlıdır ve birçok solunum hastalığına yatkındır. 1934 sıralarında ingiliz yazarları Smith, Andrewes ve Laidlaw da genel olarak en çok kullanılan bir laboratuvar hayvanı olan beyaz fare'ye döndüler. Önce dağ gelinciklerinden «geçirilmiş» insan gribi virüsünün farelere burun içinden aşılanırsa genellikle aşılamadan sonra 5-12 gün arasında öldürücü bir hastalık meydana getirdiğini doğruladılar; bu aşılama sırasında fareler aksırmayı önleyecek ve derin soluk almayla virüslü sıvının bronşlara ve akciğerlere girmesini kolaylaştıracak biçimde eterle dikkatlice uyutulur. Otopsi de farelerin akciğerlerinde fazlaca kan birikimi görüldü: bu akciğerlerden yapılan bir ezme, başka farelere yada dağ gelinciklerine burun içinden aşılandı, bu ezme hayvanlarda gripal hastalığı meydana getiriyordu. Öyleyse, farede grip virüsünü seri halde üretmek mümkündü. 1934'ten beri grip virüsü üzerine araştırmalarda daha çok fare kullanıldı.

Ama grip üzerine araştırmaların yapıldığı servislerde farelere rekabet eden bir başka hayvan tavuk embriyonu'dur. 1931'de amerikan patoloji uzmanları Woodruff, Goodpasture ve Buddingh çiçek ve suçiçeği virüslerinin embriyonlu tavuk yumurtasında yetiştirilebildiğini doğruladılar. Virüsler üzerine ve bağışıklık üzerine birçok değerli çalışması 1960'da Nobel Ödülüyle armağanlandırılmış olan avustralyalı viroloji uzmanı Burnet 1935'de gripal virüsü üretmek için benzer bir yöntem kullanmayı düşündü. Şekil 1, şematik olarak, döllenmiş bir yumurtanın küveze konduktan on gün sonraki embriyonlu halini gösteriyor: yumurtada kendi üzerine bükülmüş olan embriyonun sıvı dolu birçok boşluğu sınırlayan bir o kadar zarla çevrilmiş olduğu görülüyor. Bu zarlar, birbirine karşılıklı bağlanmış canlı hücrelerden meydana gelen çok ince örtülerdir. Bir tavuk embriyonunu aşılamak için kabukta küçük bir delik açmak ve bir şırıngaya takılmış ince bir iğneyi bu delikten içeri sokmak yeter: deliğin yerini ve iğnenin yönünü değiştirmekle, aşılanmak istenen sıvı damlasını şu yada bu zar düzeyine yada onun sınırladığı boşluğa bırakmak mümkündür. Burnet, Melbourne'daki bir grip salgını sırasında önceden dağ gelinciklerinden ayırdığı bir virüsü korioalantoidiyen zara aşıladı: bu virüs tavuk embriyonunu öldürmedi ama aşılandığı zar üzerinde çıplak gözle görülebilen belirgin lezyonlar meydana getirdi. Bu şekilde bulaşmış zar ezilirse ve bu ezme başka yumurtaya aşılanırsa yeniden aynı lezyonlar elde ediliyordu; eğer ezme dağ gelinciklerine yada farelere burun içi yoldan aşılanırsa bu hayvanlarda tipik gripal bir hastalık meydana getiriyordu: öyleyse gripal virüs seri halde özelliklerini yitirmeksizin embriyonlu tavuk yumurtasında üretilebilirdi. Embriyonlu tavuk yumurtasında gripal virüsün üretilmesi son derece önemli bir teknik ilerleme gösterdi ve bu teknik ultra-virüslerin en kesin koşullarda incelenmesini sağlayarak insan ve hayvan hastalıklarının başka birçok ultra-virüslerine uygulandı.

Az bakım isteyen (bütün iş onları yeterince nemlendirilmiş bir etüvde saklamaktır) ve az yer kaplayan embriyonlu yumurtalar elverişli bir laboratuvar materyelidirler. Genel olarak embriyonla tavuk yumurtaları bakterilere ve kendilerine aşılanarak incelenmek istenen yabancı virüslere, laboratuvar hayvanlarından daha az bulaşmışlardır; onların bağışıklık tepkileri zayıftır yada yoktur, öyleyse onlar orada çoğalmaya yetenekli ajanlarla bulaşmaya büyük bir duyarlılıkları olduklarını ortaya koyarlar.

1940'da Burnet grip virüsünün amniyotik boşlukta üretilebildiğini (şekil 1), 1941'de aynı şekilde virüsün alantoidiyen boşlukta üretilebildiğini gösterdi: bunun için döllenmeden on gün kadar sonraki embriyonlu yumurta kullanılıyordu ve bu embriyonlu yumurtadaki embriyon oldukça büyüktü (21 günde civciv çıkar); içinde önemli ölçüde yani santimetre küpünde yaklaşık olarak bir milyar vüris bulunan saydam sıvı elde etmek için, aşılamadan iki üç gün sonra alantoidiyen sıvıyı bir şırıngayla yada pipetle çekmek yeter - yumurta başına yaklaşık olarak 10 cm3 (bir santilitre). Bu, elbette akciğerlerini yada burun mukozasını çıkarmak ve bu dokuları ezmek için bir fareyi yada dağ gelinciğini kurban etmekten daha uygundur. Aynı dönemde Burnet ve başka bilginler gribin akut döneminde hastanın boğazından alınmış bir yıkama suyunun doğrudan doğruya aşılanarak grip virüslerinin ayınlmasıın (5) embriyonlu yumurtanın amniyotik boşluğunda mümkün olduğunu gösterdiler; öyleyse artık dağ gelinciğine, sonra fareye aşılamanın karmaşık evrelerinden geçmek gerekmiyordu: böylece, bir virüs, hastadan alındıktan yalnızca birkaç gün sonra ayırılmış, tanınmış, belirlenmiş olabiliyordu.

11 Temmuz 2009 Cumartesi

Domuz Gribi

Belirtilerin başlangıcından altı gün sonra ağır şekilde hasta oluyorlardı, bazıları ölüyordu; sonra, yaşayanlarda, onuncu güne doğru hızlı bir iyileşme meydana geliyordu. Domuzların çoğu iyileşti. Hastalık çok bulaşıcıydı ve geniş bir alanda domuz sürülerinin hemen hemen tamamını etkileyerek hemen aynı zamanda birçok çiftlikte kendini gösteriyordu.

Domuz gribi, Iowa üniversitesinde, 1931 sıralarında, Lewis ve Shope tarafından incelendi: üzerinde yeniden duracağımız bir dizi ilginç belirgin özellikleri keşfeden bu yazarlar hastalığın filtreden geçen bir virüsten dolayı olduğunu gösterdiler. 1933 - 1934 sıralarında bir yandan Smith, Andrewes ve Laidlaw, öte yandan Shope, domuz gribi virüsünün dağ gelinciklerinin burun içine aşılanmasının bu hayvanda insan gribi virüsünün aşılanmasıyla meydana gelenle Özdeş bir hastalık meydana getirdiğini gösterdiler.

Ayrıca, insan gribi virüsü aşılandıktan sonra hayatta kalan dağ gelincikleri, domuz virüsüyle aşılanmış yeni dağ gelinciklerinden daha dirençli oluyor, ama bunun tersi de görülüyordu; domuz virüsüyle aşılanma hayvanlara insan virüsüne karşı belli bir direnç veriyordu: insan gribi virüsüyle domuz gribi virüsü arasında yalnız birçok benzerlikler değil, aynı zamanda çapraz bağışıklık denen bir ilişki de vardı.

Grip,Virüse Bağlı Bir Hastalık Mıdır?

Dujarric de La Riviere kendi üzerinde cesurca yaptığı deneyi anlatıyordu: gribin ağır bir şekline tutulmuş dört hastadan alınan kanı karıştırmış ve Chamberland bujisinden (bakteriyoloji uzmanlarının genel olarak kullandığı bir porselen filtre) geçirmiş, sonra bu filtre edilmiş sıvıyı kendi cilt altına enjekte etmiştir; üç dört gün sonra ateşle, baş ağrısıyla kas ağrılarıyla tipik grip belirtileri gösteriyordu...

1919'da Japon bilgini Yamanuşi ve çalışma arkadaşları, gripte bir ultravirüsün varlığını ortaya koyan çalışmalarının sonuçlarını yayınladılar. 52 gönüllünün ya cilt altına ya da doğrudan doğruya burun boşluklarına griplilerin filtre edilmiş balgamlarını yada kanını aşılamışlardı: birkaç hafta önce grip geçirmiş ve böylece dirençli ve bağışık olmuş olanların dışında, aşılanan kişilerde belirgin belirtiler görüldü. Aynı yazarlar, tersine, gönüllülerin burun içi yoluyla Pfeiffer basili kültürleriyle aşılanmasından sonra hiçbir belirtinin ortaya çıkmadığını gösterdiler.

Böylece filtreden geçen bir virüsün gribe sebep olduğu varsayımının uygunluğu konusunda pek az kuşku kalmıştı. Bu varsayımın gripal virüsün ayırılmasına ve belirlenmesine ulaşması İçin on yıldan çok beklemek gerekti. 1933'de üç ingiliz bilgini, Smith, Andrevves, Laidlavv grip virüsünü bulaştırmak için laboratuvar hayvanı olarak dağ gelinciği kullanmayı düşündüler. Londra'da bir grip salgını sırasında bu üç bilgin hastalığın akut döneminde bir hastadan alınmış, filtre edilmiş (böylece bakteriyle ilgili bütün öğelerden yoksunlasmıs) burun-yutak salgılarıyla dağ gelinciklerini burun içi yoluyla aşıladılar. Bu şekilde aşılanan dağ gelincikleri ateş, iştahsızlık, genci durgunluk, kanlanmış gözler, burun akması, tüylerin diken diken olması gibi belirgin belirtileri göstermekte gecikmediler; 4-5 gün sonra hayvanların sağlığı iyiye döndü ve hayvanlar hızla iyileştiler. ingiliz yazarları hemen sonra gripal hastalığın sağlam dağ gelinciklerine hasta dağ gelinciklerinin burun boynuzcuklarının ezilmiş ve filtre edilmiş mukozasının burun içine aşılanarak geçirilebileceğini kanıtladılar.

Gribin bulaşıcı ajanı olan bir ultra-virüs filtreden geçebildiğine göre dağ gelinciğinden dağ gelinciğine taşınabilirdi. Ayrıca, sağlam dağ gelincikleri gripli dağ gelincikleriyle aynı kafeste bırakılırsa, sağlam dağ gelincikleri hastalığa tutulmakta gecikmiyorlardı: grip, insanda olduğu gibi, dağ gelincikleri için de bulaşıcıydı. Bundan başka, grip salgını olmadığı dönemde bulaşmış dağ gelinciklerini elleyen kişiler de tipik grip belirtileri gösterdiler; halka böylece kapanmış oluyordu: grip virüsü insandan gelerek dağ gelinciklerine bulaşmıştı ve bu hayvanlardan yeniden insana geçmiş oluyordu. Bir başka önemli saptama: gripal virüsü içeren materyelle bir aşılamadan yada bulaşmış dağ gelincikleriyle temastan sonra grip geçirmiş ve iyileşmiş dağ gelincikleri grip virüsüyle yeni bir bulaşmaya karşı dirençli oluyordu: bu yeni aşılama onlarda hiç bir belirti meydana getirmiyordu, duyarsızlaşmalardı yada daha bilimsel bir terim kullanırsak bağışık'tılar. Bu gözlem insanın grip karşısındaki bağışıklığı üzerine deneysel olarak bilinenleri doğruluyordu: bir salgın sırasında bir kişinin bulaşmaya her zaman açık olmakla birlikte birkaç hafta yada birkaç ay arayla birkaç defe grip olması pek az görülür.

Smith, Andrewes ve Laidlavv'un büyük buluşu bir yıl sonra A.B.D'nde Francis tarafından (1934), sonra birçok ülkede, özellikle Fransa'da Dujarric de La Riviere tarafından (1936) tümüyle doğrulandı.

Grip Virüsleri


1889 - 1890 grip pandemisi, Louis Pasteur'-ün Robert Koch'un ve onların öğrencilerinin çalışmalarının ardından bulaşıcı hastalıkları yapan mikropları laboratuvarda tanımanın ve incelemenin mümkün olduğu ve yıldan yıla bu hastalıkların özgül mikroplu ajanlarının keşfedildiği bir dönemde ortaya çıktı. Kesinlikle bulaşıcı bir hastalık olan gribe de birçok başka vakada başarılı olmuş olan bu yöntemleri uygulamayı denemek doğaldı. 1893'te alman bakteriyoloji uzmanı Pfeiffer bu uygulamayı yaptı, gribe tutulmuş hastaların burun-gırtlak salgılarından Bacil-lus ınfluenzae yani grip basili adını verdiği yeni bir basil üretti. Bu keşif eleştirilere uğradı, çünkü dört yıl sonra gelen grip salgını sırasında bakteriyoloji uzmanları hastaların boğazlarında ve burunlarında bu basilin varlığını düzenli olarak göstermeyi başaramadılar. Tersine, gripten ayrı solunumla ilgili hastalıklara tutulmuş hastalardan yada hatta sağlıklı kişilerden bu basili ayırdılar. öyleyse, Pfeiffer'in basili gribin nedensel ajanı mıydı, yoksa bazı griplilerin boğazlarında ve burunlarında hastalığın nedeni olmaksızın yalnızca rastlantısal olarak mı bulunuyordu?

1918'deki büyük evrensel grip salgını ( ispanyol gribi denen grip) Pfeiffer'in aldığı sonuçların yeniden ele alınmasına fırsat verdi: çok zaman onun basili griplilerin burun ve boğazlarından ayırılabildi; tipik ve ağır birçok vakada bu basil kurbanların ne salgılarında ne de akciğerlerinde gösterilebiliyordu. Ayrıca isteklilerin burun ve boğazlarına Bacillus influenzae'yi aşılamayı denediler, ama bazen bu aşılama tipik gribinkilere benzemeyen belirtilerle solunumla ilgili bir hastalık meydana getirdi, bazen hatta hiçbir belirti meydana getirmedi. O zaman gribin nedensel ajanı olarak bir ultra-virüs'ün varlığı düşünüldü.

Bu yüzyılın başlarında Pasteur'ün bir ultra-virüsün sebep olduğu bir bulaşıcı hastalık olan kuduz üzerine yaptığı çalışmalardan sonra bir virüs, bilinen mikroplardan çok daha küçük olan, dolayısiyle bakteriyoloji uzmanlarının kullandığı porselen filtrelerin çok ince deliklerinden geçebilen (bu delikler bilinen mikropları tutar) bir mikroorganizma olarak kabul ediliyordu; buradan giderek bunlara filtreden geçen virüs («virüs fîlt-rant») da denir. Filtreden geçen bir virüs, çok küçük olduğundan, optik mikroskopta görünmüyordu. Filtreden geçen virüs, bilinen mikroplardan, bakteriyoloji uzmanlarının karmaşık ama cansız ortamlarında (etsuyu, besleyici pelte) yetiştirmesinin imkansızlığıyla ayrılıyordu. Üremesini sağlamak için onu duyarlı hayvanlara aşılamak kaçınılmaz oluyordu; laboratuvarda bir virüsü saklamak için, hayvandan hayvana geçiş adı verilen işlemin yapılması, yani daha Önce bu virüsle bulaşmış bir hayvanın organlarının parçacıklarının sağlıklı bir hayvana enjekte edilmesi gerekiyordu. Laboratuvar hayvanında bir virüsün üremesi, bu hayvanda belirgin belirtilerin ortaya çıkmasıyla ve vakaların çoğunda ölümle kendini gösteriyordu.

Görünmeyen, filtreden geçebilen, yalnızca bulaştığı hayvanda sebep olduğu belirtilerle açıklanabilen mikroorganizmalar... bir elli yıldır virüsün mikroskopla görülen ve yada katı ortamlarda saf kültürlerde yetiştirilen bakterilerin özellikleriyle tersleşen belirgin özellikleri bunlardı.

Madem Pfeiffer basilinin gerçekten salgın gribin nedensel ajanı olma ihtimali yok gibiydi, madem griplilerin burun ve boğazında düzenli biçimde ve sabit hiçbir bakteri yok gibiydi, gribin nedeni olarak filtreden geçen bir virüs varsayımına dönülmesi doğaldı.

1918 ağustosunda Almanya'da Selter, iki gönüllüye, gribe tutulmuş bir hastanın, bütün bakterilerini ayıklamak üzere filtre edilmiş burun -boğaz salgılarını soluttu ve bu iki gönüllüde selim bir gribin belirtilerini meydana getirdi. 1918 ekiminde Comptes rendus de l'Academie des Sciences de Paris'de (Paris Bilimler Akademisi raporları) iki makale yayımlandı; biri Tunus'da Pasteur enstitüsü yöneticisi olan ve egzantcmli tifüs üzerine çalışmalarıyla ün kazanan Charles NicoIIe'ün ve arkadaşı Ch. Leballly'nindi, öbürü D. Dajarric de la Rivieres'indî. Birinci makalede Nicolle ve Lcbailly, Tunus'da bir grip salgını sırasındaki deneylerinden sonuçlar çıkarıyordu: maymun (Macacus cynomolgus), griplilerin bronşik salgılarının buruniçi yoluyla aşılanmasına duyarlıydı, aşılanmanın ardından bir ateş yükselmesi oluyordu; iki gönüllüde griplilerin filtre edilmiş bronşit salgılarının cilt altına aşılanması hastalığın belirtilerini meydana getiriyordu.

10 Temmuz 2009 Cuma

Grip Tedavisi, Grip Tedavi Yöntemleri


Bir grip salgını patlak verdiği zaman, toplumsal hayatın yarattığı ilişkileri sınırlayarak, okulları kapayarak, aşırı kalabalık ve havasız yerlerde toplanmamayı öğütleyerek grip salgınının yayılmasına karşı belli bir ölçüde savaşılabilir.

Bir gribin yada hattâ bir «büyük nezle»nin ilk belirtilerini duyan kişilerin evden çıkmama ve böylece hemcinslerini bulaştırmaktan kaçınma anlayışına sahip olmaları gerekir; bu kişilerin aksırırken ve öksürürken ellerini yüzlerine kapamaları, kâğıt mendil kullanmaları, kullandıkları mendili hemen atmaları gerekmektedir.

Kapalı yerlerin (atölyeler, bürolar, gösteri salonları, v.b.) ültraviyole ışını lambaları kullanarak yada antiseptik sıvılar (propilenglikol gibi) püskürterek dezenfekte edilmesi öngörülür; bu, oldukça ılımlı bir ölçüde uygulanmıştır: Ültraviyole ışınlarının ve antiseptik buharların solunum yolu virüslerini hızla etkisiz kıldığı bilinmekle birlikte, bu tedbirlerin çok etkili olacağını ileri sürmek mümkün değildir. Bu tedbirlerden bir yarar sağlayabilmek için, onları büyük Ölçüde uygulayabilmek gerekirdi. Kapalı yerleri temizleme yöntemleri, süpürürken fazla toz kaldırmaktan kaçınmayı gerektirir. Kapalı yerlerin daha iyi havalandırılmasını sağlamak da bu tedbirler arasındadır.

Griplilerle, nezlelilerle yada belirti göstermeden sadece «virüs taşıyıcısı» olan kişilerle gündelik ilişkide bulunan kişinin direnç'ini, bu virüslerin bulaşamayacağı, bulaşsa bile ancak belli belirsiz yada selim bir hastalık meydana getirebileceği şekilde artırmak mümkün müdür? Bu soruya kesin cevap verilemez. Ama, bu bulaşıcı atanlara karşı organizmanın genel direncini artırabilmeyi, organizmayı az alıcı yada az duyarlı hale getirmeyi düşünebilir miyiz? Herkes, bu direncin bir bireyden öbürüne deriştiğini bilir. Hattâ yaş, barınma, yaşama koşulları karşılaştırıldığında, bazı kişiler bu basit ve yaygın solunum yolu hastalıklarına öbürlerinden daha az tutulur gibidirler; bazıları da, tersine, bu hastalıklara sık sık tutulur gibidirler. Ama bu duyarlılık farklanm arıklayan hangi anatomik, fizyolojik Özelliklerdir, bilmiyoruz. Bu genel direnci kazanmak yada artırmak mümkün müdür? Bu umutla her yıl birçok kişi, organizmanın normal işleyişi için vitaminlerin çeşitli ölçülerde kaçınılmaz olduğu, yüksek dozda vitamin almanın rahatlığı ve sağlıklılığı artırdığı üzerine o basit düşünceden hareket ederek bol bol vitamin alır.

Bazı beslenme yetersizliği durumlarında bireyin bulaşıcı hastalıklara direncinin azalabileceğini yadsıyamayız (üstelik bu gerçeğin ince ayrıntıları vardır). Belli bazı hastalıklarda bazı vitaminlerin yüksek dozlarda uygulanmasının çok önemli olduğu da yadsınamaz, ama hic değilse dünyanın dengeli bir beslenme sağlayan bir yaşama düzeyine ulaşmış seçkin bölgelerinde vitamin eksikliğinin, bazı akut solunum yolu hastalıklarına karşı direnç azlığını açıklayabileceğini düşünemeyiz. Gerçekte, ciddî bir deney, yüksek dozda vitamin kullanmanın bu hastalıklara karşı direnci hiç de artırmadığı sonucunu ortaya koyar.

Koruyucu Yöntemler Gribe Karşı Aşılar

Mademki bugün gribin ve virüslerin sebep olduğu öbür akut solunum yolu hastalıklarının hiçbir özgül tedavisi yoktur (daha çok koruyucu bir ilâç olan ve bu hastalıklara yolaçan birçok virüs üzerine etkisi bulunmayan amantadınden başka), bireyi ve topluluğu bu bulaşıcı hastalıklara karşı korumayı sağlayan yöntemlerin araştırılmasına yönel inmesi doğaldır. Bu hastalıkların toplumsal ve iktisadî önemi gözönüne alınınca, salgında hastalanan birçok kişiye bakmaktan ço,< style="font-weight: bold;">Gribin ve akut solunum yolu hastalıklarının kuluçka dönemi kısa sürer; bu hastalıklar genellikle birdenbire başlarlar; bulaşıcılıkları çok yüksektir: aynı nedenlerle, ayırma ve karantina tedbirleri'nin de etkili olma şansı azdır. 1957 grip pandemisinin tarihi bize, salgının öbür kıtalara yayılmasını önleyebilmek yada geciktirebilmek için, Uzakdoğu'dan gelen sağlıklı yada hasta her kişiyi aylarca karantinada tutmak gerektiğini gösteriyor. Zaten bir hızlı yer değiştirmeler çağı olan çağımızda, halkın bütünüyle hiçbir bağışıklık göstermediği bir grip virüsü, ayırma ve karantina tedbirleri için gerekli tedbirler harekete geçirilene kadar, birçok bölgeye «tohum ekmiş» olur.

Grip Salgınları ve Gribin Öldürücü Etkisi

Genel mortalite sözüyle, belli bir dönemde (sözgelimi, bir hafta) belli bir nüfusta (sözgelimi, bir şehrin yada bir ülkenin nüfusu) ortaya çıkan ölüm oranı anlatılır, bu Ölümlerin nedeni ne olursa olsun. Genellikle bu mortalite sayı olarak 100 000 kişiye göre ölüm sayısı üzerinden hesaplanır. Oysa, eğer belli bir nüfus için, örneğin Paris nüfusu için genel mortalitede yıllar boyunca haftalık yada aylık oynamaları gösteren grafik incelenirse, he
r önemli grip salgınının mortalite eğrisinde onun alışılmış görünümüne göre oldukça kesin bir yükselme meydana getirdiği tespit edilir: başka bir deyişle, grip salgınları genel mortaütenin bir artışına karşılıktır. Genel mortalite eğrisinin bir yıl içinde bir dizi karmaşık nedenlere göre az çok inip çıktığı göz önünde tutulunca, bu mortalite artışlarını değerlendirmek için, bir grip salgını sırasında gözlemlenen genel mortaliteye belirgin grip salgını görülmeyen önceki yıla yada yıllara karşılık olan mortaliteyle karşılaştırmak uygun olur. Sözgelimi Paris nüfusunun 1957 kasım ayı için genel mortalitesiyle —o sıra «asya» gribi salgını ortalığı kasıp kavuruyordu— aynı nüfusun 1956 kasımında gripal salgının olmadığı dönemdeki genel mortalitesi karşılaştırılır. Grip salgınındaki belirgin özelliklerden birinin az yada çok belirgin bir mortalite artışı olduğu böylece ortaya konur: bu olgu, birçok yıldan beri bütün dünyanın bütün bölgelerinde belki bin kere doğrulanmıştır.

Bu önemli olgu açıklama gerektirir. Gördüğümüz gibi, gribin komplikasyonları —vakaların çoğunda akciğerle ilgili komplikasyonlar— çok nadirdir ve bunlar nadiren öldürücüdür. Bununla birlikte, yüzdesi düşük de olsa, grip salgını kalabalık şehir nüfusunu kitle halinde yakaladığı zaman toplam epeyce yüksek olabilir.

Sözgelimi 1957 kasımında Paris nüfusunun ortalama yüzde 20'si gribe tutulmuşsa, bu toplam yaklaşık olarak 1,2 milyon grip vakasını gösterir. Grip komplikasyonlanna bağlı mortalitenin genellikle ve ortalama 10 000'de bir vaka olduğunu kabul edersek (komplikasyonlar grip vakalarının ancak yüzde l'inde görülür, bu kompükasyonlu vakaların da yüzde l'i ölümle sonuçlanır), bu dönemde Paris bölgesinde gribe bağlı toplam 120 ölü belirleriz: öyleyse, bu dönemde normal olarak meydana gelen Ölümlerde oldukça önemli bir artış olmuştur.

Gerçekten 1957'deki grip salgını sıradan bir salgından biraz daha ciddi olduğundan Paris bölgesinde 1957'de ekim, kasım, aralık aylarında doğru doğruya gribe bağlanabilen toplam 680 ölüm oldu.

Bir önceki yıla karşılık olan dönemin genci mortalitesiyle karşılaştırılınca (bu bir önceki yılda ülkede grip pek az görülmüştür) 1969 aralığından 1970 martına kadar Fransa'yı kasıp kavuran ve «Hong-kong» denen grip virüsüne bağlı grip salgınının ortalama 20 000 kişinin ölümüne sebep olduğu tahmin edildi.

Gribin akciğerle ilgili komplikasyonlarından olan ölümler özellikle yaşlılarda, küçük çocuklarda yada kalp hastalığı yada kronik akciğer hastalıkları olanlarda meydana gelir. Öyleyse bir grip salgınında mortalite artışı nüfusun özellikle bu bölümünü etkileyecektir. Hamile kadınlar, özellikle hamilelikleri ilerlemiş olanlar bir grip salgınında büyük ölçüde öldürücü komplikasyonlara uğrama tehlikesi gösterirler.

Gribin ağır komplikasyonları hemen her zaman pnömoni şeklinde ortaya çıkar ve her zaman bu pnömoniye klasik bir gribin mi Öncülük ettiğine yoksa pnömoninin bir başka nedenden mi olduğuna karar vermek kolay değildir, —bütün pnömoniler gripal değildir, üstelik griple çok uzaktan ilgilidir— bir grip salgını sırasında ortaya çıkan pnömoniyi izleyen bütün ölümleri şöyle belirlemek alışkanlık haline gelmiştir: «grip ve pnömoni nedeniyle ölümler.» Bu ölümler gribin salgın olmadığı yıllara göre genel mortalitede oldukça önemli bir artışı gösterirler.

Kesin bir örnek verirsek 1956 ekiminde —o sıra belirgin grip salgını yoktu— A.B.D' nde grip ve pnömoniden toplam ölümler 6 000 di; 1957 ekiminde (asya gribi salgınının doruk noktasında) 10 000 kişi öldü, bu yüzde 66 artış demektir. 65 yaşın üstündeki kişilerde 1956'da grip ve pnömoniden ölüm 3 000 ve 1957'de 5 000'di. Bu kişilerdeki ölüm her defasında toplam ölümlerin yarışsın gösterir, oysa 65 yaşın üstündeki kişiler Amerikan nüfusunun yarısını oluşturmaktan uzaktır.

Ayrıca, bir grip salgını sırasında belli bir nüfusta gözlemlenen genel mortalite artışı, pnömoni ve gribe bağlanan ölümlerin bütününü karşılar gibi değildi: çeşitli nedenlere bağlı bir ek ölüm artışı da vardır (kalp hastalığı, tüberküloz gibi kronik solunum hastalıkları, yaşlılık v.b.). Bu durumda kalp hastalarında, kronik bronşiti olan yaşlılarda, çok zayıf düşmüş kanserlilerde, beslenme bozukluğu gösteren çocuklarda öksürük nöbetleriyle, artan solunum sıkıntısıyla grip ani bir ateş hecmesi şeklini alabilir, sonra hastanın durumunda hızlı bir çöküntü olur ve hasta birkaç gün içinde ölür. istatistiklerde bu ölümler gribe bağlıymış gibi görünmezler. Bu zaten doğrulanmıştır: hastayı öldüren yalnızca grip değildir, grip ancak hastanın önemli olan bir kronik hastalıkla kurduğu kararsız dengeyi bozmakta katkıda bulunmuştur.

Bir grip salgını sırasında grip ve pnömoniyle meydana gelen mortalitenin —yalnız doğrudan doğruya grip salgınının sonucu olarak kabul edilebilen mortalitenin— genel mortalitede hangi yeri tuttuğunu nasıl hesap edeceğiz? Bu çok büyük bir yer tutmaz. Bir Amerikan sigorta şirke¬tinin 1951 yılı yaşayışı üzerine yaptığı istatistiklerden alınan şu bilgiler bunun böyle olduğunu gösterir; 1951 yılında oldukça önemli bir grip salgını A.B.D'ni kasıp kavurmustu.

O yıl değişik yaşlarda 100 000 kişiden 240'ı kalp hastalığından, 121'i kanserden, 64'ü serebrovasküler ataklardan (emboliler), 38'i çeşitli kazalardan, 18'i grip ve pnömoniden, 18'i de tüberkü¬lozdan öldü. Grip ve pnömoninin besinci sırada olduğunu, kalp hastalıklarının öldürdüğünden 13 defa az kişi öldürdüğünü, kanserin öldürdüğünden 6 defa az kişi Öldürdüğünü görüyoruz. Buna rağmen gribin ayrıca bazı kalp hastalarının, bazı tüberkülozlulann ve bazı kanserlilerin sonunu dolaylı olarak çabuklaştırdığını düşünmek için nedenler vardır.

Zaten son on beş yirmi yıl içinde grip salgınları sırasında gözlemlenen mortalite artışında oldukça belli bir azalma eğilimi kaydedilmiştir ve bu iyileşme bir ölçüde son yıllarda pnömoni tedavisinde ortaya konan ilerlemelerin sonucu gibidir.

Aslında virüse bağlı çok selim bir hastalık olan kızamıkçığın hamileliğin ilk üç ayında hamile bir kadına bulaştığında dramatik sonuçlar meydana getirebildiği biliniyor: bu durumda genellikle çok büyük oluşum bozukluklarına uğramış bir çocuğun doğması tehlikesi çok büyüktür. 1957'de asya gribi pandemisi sırasında yapılan çeşitli incelemeler hamileliklerinde gribe tutulmuş annelerden doğan ve oluşum bozukluğu bulunan çocukların anormal ölçüde yüksek bir oranda olduğunu ortaya koydu, bununla birlikte başka incelemeler bu sonucu doğrulamadı ve her durumda oluşum bozuklukları, grip salgınları dışında gözlemlenenlerin aynıydı, bunlar birçok mümkün nedene bağlıydılar; buna karşı, kızamıkçığın meydana getirdiği oluşum bozuklukları çok belirgindir. Gribin bulaşıcı ajanlarının bozukluk yaratıcı rolü elbette çok kısıtlıdır; bununla birlikte, gribin özellikle hamile kadınlarda ağır olabileceği kuşku götürmez, onlarda akciğerle ilgili komplikasyonların sıklığı kesinlikle daha fazladır.

8 Temmuz 2009 Çarşamba

Grip Salgını

Gripal bir salgının yayılması için koşullar vakaya göre, mevsime göre çok yada az uygundur ama bir şehirde iki üç haftalık bir zamanda bir salgının binlerce kişiyi etkilediği ve onun kökeninin kısa bir zaman önceki bir vakaya bağlı olabildiği çok görülmüştür. Salgın gribin gerçekten patlavıcı bir özelliği vardır: bir insan topluluğuna girdiği zaman nüfusun önemli bir kısmını etkileyecek kadar durmadan artan bir hızla bu topluluğu boydan boya geçer. Şehir hayatının modern koşulları (kötü havalandırılmış yerlerde insanların büyük ölçüde yoğunlaşması, kamu taşıtlarını kullananların çoğalması) büyük bir salgının gelişmesi için özellikle uygundur. Demek ki, bir şehirde pek çok kişi hemen hemen aynı anda gribe tutulabilir, bu durum bu hastalığa toplumsal ve iktisadî düzeydeki önemini kazandırır.

Bir grip salgını sırasında üç dört haftada bir büyük şehrin insanlarının yaklaşık olarak yüzde yirmisi —hattâ aynı ülkenin birçok şehrindeki insanların— birer birer hastalık nedeniyle evlerine kapanırlar. (1948 sonbaharında Paris ve Roma'da görüldüğü gibi.) Elbette bu durum iktisadî hayatta ciddî sonuçlar doğurur. Sanayideki insan eksikliği yükselmiştir, halk hizmetleri etkin güçlerin azalmasıyla düzenini kaybetmiştir. Hekimler ve hastahane personeli —bunlar özellikle hastalığa açıktır— de büyük ölçüde hastalığa tutulmuştur ve toplum açısından salgının en çarpıcı sonucu yüksek bir bütünsel maddî kayıptır.

Bazen bir grip salgınının, çıktığı yerden başlayarak, yavaş yavaş bütün kıtaları aşıp hemen hemen aynı zamanda bütün dünya nüfusunu etkilediği olur. Bu durumda bir pandemi'den sözedilir.

Genel morbidite üzerindeki —yani belli bir dönemde belli bir nüfusta hastalığa tutulanların oranı üzerindeki— önemli etkisinin yanında, önemli bir grip salgını, özellikle şehir ortamında, genel mortalite üzerine azımsanamaz bir etki yapar.

Grip Bulaşıcı Mıdır?


Grip son derece bulaşıcı bir hastalıktır. Grip meydana getiren bulaşıcı ajanlar hasta öksürdüğü zaman, aksırdığı zaman, burnunu sildiği zaman çevresine büyük ölçüde yayılır; ayrıca bir birey yalnız hastalığın belirtilerini duyduğu ve odasında kaldığı zaman değil —bu, bulaşmayı onun çevresiyle sınırlardı— ama henüz ve özellikle hastalığın bulaşma süresi kuluçka denen döneminin sonunda belirtilerin görünmesinden önce bulaştırıcıdır. Bu sıralarda geleceğin griplisi kendini henüz iyi hisseder, işleriyle normal olarak meşgul olur ve yanına yaklaşanlara bilmeden hastalık bulaştırabilir. Bu kuluçka dönemi zaten kısadır: bir kişi gribin kuluçka döneminde bulunan biriyle yada bir hastayla temas ederek hastalığa bulaştığı andan o kişide gribin ilk belirtilerinin göründüğü ana kadar en çok üç gün geçer. Büyük bulaşıcılık kişinin sağlıklı göründüğü kısa kuluçka dönemi bulasıcı-hğıdır: bu özellikler gribin niçin hızla, özellikle şehir ortamında salgın şeklinde yayıldığını açıklamaya yeter.

site ekle site ekle
Zirve100 Sayac
Site Ekle

Site Ekle